Neredeydim nerelere geldim!

Uzun zaman oldu blog için yazı yazmayalı ama bu süre içerisinde bir çok şey yaşadım. Haydi gelin bu süre içerisinde neler yapmışım kısaca bakalım.

Blogum bildiğiniz üzere yaklaşık 7-8 ay önce hacklendi. Ha Beyinereksiyonu gibi 8 yaşında bir blog sayfası neden hack edilir ona da anlam veremiyorum o da ayrı. Herhalde biri zevk için dadandı.

Bu süre içerisinde hayatımda önemli sayabileceğim değişiklikler oldu.
Öncelikle hayatıma bir Deniz girdi. 2013 Nisan ayında kollarımıza aldığımız oğlumuz şimdi 4.5 yaşına geldi. Bu süre içerisinde aile ve çocuk yetiştirme anlamında bir sürü şey öğrendim. Kısacası Deniz büyürken bize de bir sürü yeni şey öğretti. Bir baba olarak bu noktada deneyimlerimi isteyen tüm baba adayları ile paylaşabilirim. Aslen bu konuda blogda yazılar da yayınlamayı düşünüyorum. Normalde bu süreç bir çok baba adayına karışık gelse de eşiniz ile iyi bir işbirliği ve araştırma ile çok güzel zamanlar yaratabiliyorsunuz. Hatta bazen çocuğunuzla birlikte ürettiğiniz şeyler çok kreatif olabiliyor. Neyse bu konudaki düşüncelerimi ayrıca yazarım.

İş konusunda da önemli bir değişiklik yaşadım ve 2010 yılında başladığım şirket çalışmalarımı 2016 Temmuz ayında noktaladım. Hatta geçtiğimiz 16 aydır da freelance olarak yine sosyal medya konusunda çalışıyorum. Markalara danışmanlık verip onlarla ilgili projeleri hayata geçiriyorum. Bu da aslında kendi sektöründe freelance olarak çalışmaya cesaret edecekler için önemli başlıklar barındırıyor. Çünkü masa başında dirsek çürüten arkadaşlarım nasıl yapsam da ben de bu sisteme geçsem diye düşünüyor. Bu konuda da önümüzdeki dönemde süreci kendimce yorumlayacağım.

Freelance hayat hakkında söyleyebileceğim en önemli şey hayatın size kalması. Eğer öz disiplininizi sağlabiliyor ve normal bir mesai mantığındaki gibi programlı şekilde çalışabiliyorsanız kişisel hayatınız için muhteşem bir kazanım sağlıyorsunuz. Yani gerçekten hayat size kalıyor denilebilir.

Freelance hayatta kendime kalan süreleri de aktif olarak kullanmak adına bazı çalışmalar yaptım. Bunlardan en değerlisi ise Hakan Çamoğlu tarafından hayata geçen Videobu eğitim platformu ile işbirliği oldu. Son 3 senedir Vidobu ekibine katılarak Sosyal medya konusundaki bilgi birikimimi video dersler ile meraklılarına anlattım. Onlardan sorular aldım, hatta bazılarına sosyal mecralar üzerinden elimden geldiğince anlattığım konulardan hareketle destek oldum. Eğer bu konudaki derslerime ulaşmak isterseniz Vidobu web sitesine ulaşarak inceleyebilirsiniz. Linki de şuraya bıraktım.

Bunun dışında hepinizin olduğu gibi yaşam mücadeleme devam ediyorum. Oğlum ve eşimle hayatın bunaltıcı stresine inat farklı deneyimler yaşamaya, yeni yerler görmeye, yeni şeyleri deneyimlemeye çalışıyoruz.

Umarım bu süre içerisinde siz de kendinize, yüreğinize iyi bakmışsınızdır. Sanırım bundan böyle daha sık yazacağım.

Ha son bir hatırlatma! blogumda yaşadığım bu problem sonrasında yazılarımı kurtarsam da görsellerin bir çoğunu kaybettim. Bu sebeple geriye dönük yazılarımın bir kısmını halen sadece metin olarak yayınlayabildim. Zamanlar onlardaki bu eksiklikleri de kapatacağım.

Şimdilik kendinize iyi bakın!

Tagged : / / / / / / / / /

İçimden geldi – Çocuk

Geçenlerde bir çocuğa takıldı gözüm. Yorgunluktan biraz sıyrılmak için dışarıyı izlerken karşı kaldırımdaydı. Dükkanlar ve bir sürü insan kalabalığı arasında bulabildiği tek boş ve düz alanda bir topun arkasından koşuyordu.
Yanında kimse yoktu çocuğun, yalnız başına oynuyordu. Bu zaten başlı başına bir acı verdi bana. Tek başına amaçsızca bir topa vuran ve karşısında onun yaşında topu karşılayıp ona atacak olan biri olmayan bir çocuk nasıl mutlu olabilirdi?

Ama o inatla topa vurmaya devam ediyordu. Restorandaki masaların altına giren topu alıp kendi kendine hamleler yapıyor ve vurduğu topu yine kendi karşılıyordu.

Şimdi bu yazdıklarım yaşınızla orantılı olarak size komik, garip hatta saçma bile gelebilir. Ama eğer bir babaysanız ve o çocuğun yerine kendi çocuğunuzu koyabiliyorsanız çok fazla şey ifade ediyor.

Bizler maalesef çocuklarımızı beton yığınları arasına, ağaçsız, arkadaşsız, yalnızlıklarına terkeden ebeveynler sürüsüyüz. Çünkü bunu her ne kadar yeni bir baba olsam da bende yapacağımdan korkuyorum. Şimdi belki bazı anne babalar bana “Yahu onunda anası babası alsın bi okula bir kursa falan götürsün.” diyebilir. Peki neden?

Sizin çocukluğunuzda özel spor okulları, yüzme kursları yada benzeri yerler var mıydı? Siz o yan bahçede arkadaşları ile top koşturan, gün batıp karanlık çökünceye kadar arkadaşları ile dışarıda kalan insanlar şimdi bunu çocuklarınıza nasıl yapabilirsiniz?

Onların da bir bedeli olmadan oynamaya, kontrol altında olmadan koşmaya, düşmeye, kalkmaya ve özgürlüğünü doyasıya yaşamaya hakları yok mu? Sizce tüm bu özgürlükleri bir yana koyup onları özel kurslara göndermek, bilgisayarın, tabletin yada dijital oyunların karşısına oturtmak çözüm mü?

işte aslında kendimizle vermemiz gereken savaşın asıl nedeni bu diye düşünüyorum. Biz neydik, onlara ne yaşatıyoruz?

Eğer aşağıya inmek için davrandığımda o çocuk hala orada olsaydı onunla oynayacaktım. Attığı topun karşısında durup ona geri atardım. Belki biraz terletirdim onu, belki yüzünü az önce amaçsızca koştuğundan ve kendi dünyasında mutlu olmaya çalıştığından biraz daha mutlu ederdim. Ama edemedim…

Ben bir dahaki sefere beklemeden gideceğim peki siz?
Bari siz de çevrenizdeki çocukları biraz mutlu edin…

Tagged : / / / / / / / / / / / / /

Bir minik mucizemiz var

Cümleler nasıl başlamalı bilmiyorum. Aşağıda okuyacağın yazı bir duygu depreşmesi sırasında yazıldı ve bir kenara koyuldu. Hani bazı yazıların yada bazı sözlerin olgunlaşma zamanları vardır ya, belki de bu yazı için şimdi doğru zamandır. Bizimle bu mucizeye şahit olan herkese teşekkürler!
Ağustos ayının sıcağında bir gün öncesinde geçirdiğim kolonoskopi ağrısıyla ofisteyim. Yaz günü işler azalır diye düşünürken aksine yine bir sürü koşturma içindeyim. Tatilden geleli henüz 1 hafta olmuş ama içim denizi özlüyor. Bir telefon kapanıp biri açılıyor, önümdeki bilgisayar ekranında devamlı değişen görüntüler ve baş ağrısı ile birlikte çalışıyorum. Arada annem, Genco ve İnanç arıyor nasıl olduğumu soruyor. İyiyim allahtan ve konuşup kapatıyorum.

Sonra telefon çalıyor karşımdaki hayatımın Evreni! “Akşama bir doktora gitmemiz gerekiyor” diyor. Korkuyorum! Sesinde bir farklılık seziyorum ama anlamıyorum. Ne olduğunu soruyorum, hafif bir sesle “Belki bir bebeğimiz olabilir” diyor. O sırada kendi yüzümü görmeyi çok ama çok isterdim. Hemen doktorla görüşüyor ve akşam 19:00’a randevu alıp bana haber veriyor. Mesaimin ondan sonraki kısmında nasıl çalıştığımı bilmiyorum. İnsan hayatında kendine hep bir hedef koyuyor. Büyümek, adam gibi adam olabilmek, statü sahibi olabilmek, tutunabilmek, kalbini temiz tutabilmek ve daha bir çok şey! İşte benim hedeflerimden en önemli olanı ise iyi bir eş ve baba olmaktı. Eş olabildim mi onu Evrenime sormak lazım ama baba olabilmeyi doktorun teşhisi sonrasında öğrenecektim.

İş çıkışı koşturarak eve gittim. Evrenim hazırlanıyordu. Birbirimize baktık gülümsedik, ikimizde kocaman çocuklardık aslında ve ne olacağımızı bile bilmiyorduk. Üstler giyinildi, taksiye binildi. O nefret duyulan İstanbul trafiğinde kuş misali kısa sürede Nişantaşına ulaşıldı. İkimizinde ağzından çok kelime dökülemiyordu. ikimiz de şaşkındık!

Sıranın gelmesini beklerken kafamda tek bir soru vardı. Acaba gerçek mi? bu yaşanılanlar gerçek mi?
Belki bu satırlar sana klişe gelebilir ama benim için ne kadar değerli olduğunu anlatmak için doğru cümleleri şu an seçemiyorum. Sıra bize geldiğinde dizlerimin bağı çözülmedi ama bu çiftin içinden doğacak üçüncü bir kalp atımını duymayı o an herşeyden çok istiyordum.

Doktor Evrenim doktor olduğundan kendisinin okuldan hocasıydı. Benim için ise dünyanın en güzel insanıydı. Kısa bir konuşma ve belirtilerin dinlenmesi sonrasında “Haydi” dedi. “Haydi gelin bir bakalım neler oluyor içeride!”

Dünyanın en güzel kadını Ultrasonografi odasına girdi ve masaya uzandı. Jeller, makinenin hazırlanması vs. derken işte zaman gelmişti.

Ve işte o an!
Dünyadaki tüm dinlerin, tüm inançların ve varoluşun kaynağı oradaydı. Orada bir toplu iğne başı kadarlık dev cüssesi ve ruhuyla oradaydı. O an duyduğum hissi, duyguları anlatmam mümkün değil!

Siyah beyaz bir kağıda basılı ilk fotoğrafını uzattı doktorumuz, “Al bakalım baba” dedi. 2013 Nisan ayında kucağımıza alacağımız o mucizenin ilk sıcaklığını o an hissettim, hissettik, hissetmeye devam ediyoruz. Doktor ile vedalaşıp muaynane kapısından çıktığımızda ikimizde sadece belli belirsiz gülümsüyorduk. Evrenim sessizdi, konuşmuyordu. Apartmandan çıkıp nişantaşı’nın kalabalığına karıştığımızda bir an yüzüne baktım. Sadece önüne bakarak gülümsüyordu. O an aklından geçenlerin yüzüne yansığını gördüm. O gülümseme bir an azalmasın diye dünyalarla savaşabilecek ben o an tüm Nişantaşı kalabalığını öpücük yağmuruna tutabilirdim. Sustum!

İşte o günden bugüne kadar tam 6 ay geçti. Mucizemizin bir erkek olduğunu öğrendik. Sağlıklı sıhhatli olduktan sonra cinsiyeti önemli değil dedik. Zaten başka ne denilebilir ki! Dört yıldır devam eden bu aşkın meyvesini aldığımızı bilmek bile bizim için yeterliydi. Şimdi mucizemiz Evrenimin göbişinde büyüyor, her akşam elimi koyduğumda bana bi beşlik çakıyor (tekme atıyorda olabilir)

Büyürken bizi de büyütüyor, olgunlaştırıyor. Bakalım daha neler öğretecek, neler gösterecek.

Bu yazıyı başında sonuna eksiksiz okuduysan gözlerini benim için 1 dakikalığına kapat. Mucizemizin gülümsemesini göreceksin. O seni de mutlu edecek.

 

Paylaşmak istedim. Görüşürüz…

Tagged : / / / / /

Bir Hayali Gerçekleştirdiniz. Teşekkürler!

Hatırlarsınız 21 Mayıs tarihinde yaratıcılarından olduğum Men E Men projesi hakkında bir rüyamdan bahsetmiştim. O günden sonra o kadar koşturduk o kadar çok şey yaptık ki ancak şimdi bir kaç cümle ile size gelişmeleri anlatabiliyorum.

21 Mayıs tarihli o yazımdan sonra bir çok değerli destekçemizin oyları bize destek olarak geldi. 1 Haziran günü sonuçlanan oylamada birinci olamadık ama çok az bir oy farkı ile ikinci olmayı başardık. 12-13 Haziran tarihlerinde gerçekleşen ödül törenine katılamadık ancak bu ödülün coşkusunu ekip olarak burada yaşadık.

Bu yazıyı yazarken biraz duygusal biraz da heyecanlı bir şekilde nasıl cümleler kuracağımı bilemiyorum. Bu süreçte bizi yalnız bırakmayan, desteklerini esirgemeyen, mesajları ile bizi motive eden herkese çok teşekkür ederim. Bu aslında yalnızca bizim değil sizlerin de ödülüdür.

İnşallah sizler ve ekibimiz daha bir çok güzel haberi birlikte kutlarız. Yeni sezonda bomba gibi bölümler ve yepyeni süprizlerle sizlerle olacağız.

 

Sevgiyle kalın!

Tagged : / / / / /

Bir Bayramlık eğlence – Gökçeada

Koskoca bir bayramı atlattık ancak bir türlü gezdiğim yeni nokta olan Gökçeada’dan bahsetmedim. Bayram öncesinde Men E Men dizisinden de tanıyacağınız Genco ve eşlerimizle bir kaçamak mı yapsak acaba dedik ve araştırmalar sonrasında yoğun bayram rezervasyonlu lokasyonlardan biri olan Gökçeada’ya gitmek üzere hazırlıklara başladık. Yol uzun değil ancak otomobil ile gideceğimiz için herşeyi iyi planlamamız gerekiyordu. Bizde önce eşlerimizi bu konuda uyararak bavul kapasitemizin sınırlı olduğunu kendilerine ilettik.

İstanbul’dan başlayan yolculuğumuz sabah 4’te startını verdi ve o saatlerde trafiğin açık olmasından faydalanarak “Torun Tombalak” (Genco’nun arabası) ile yola koyulduk ve 4 saat sonucunda Kabatepe Feribot iskelesine vardık. Kısa bir bekleyişten sonra feribota bindik ve 1 saat 45 dakikalık yolculuk ile Gökçeadaya ulaştık. Gökçeada gerçekten büyük bir ada, yüzölçümü olarak büyük olmasından ötürü içinde ulaşım için kesinlikle otomobil bile gidilmesi gerekiyor. Feribot’tan indikten sonra adanın en hareketli olan bölümü olan Kaleköye hareket ettik. 15 dakikalık bir yolculuk sonrasında kalacağımız yere varmıştık. Birer yorgunluk çayından sonra Kale Motel’e yerleştik. Küçük bir motel olan Kale Motel tam olarak denize sıfır diyebileceğimiz konumdaydı ancak denize sıfır olmasına karşın denize oradan girmek pek mümkün olmuyor. Biraz yürüyüp kayalıklardan denize girmek mümkün! E tabi klasik olarak tatile gelir gelmez ilk yapmak istediğimiz şey denize girmek oldu. Bunun için yardım aldığımız motel personeli bize Yıldız koyunun yakında olduğunu belirtti ve yürüyerek oraya kısa sürede gidebileceğimizi söyledi. Bizde 10 dakikalık bir yürüme sonrasında Yıldız koyuna vardık.

Küçük bir koy olan Yıldız koyu, ülkemizin Milli Sualtı parkı ünvanını almış. Ancak gerçekten bu ünvanını fazlasıyla hakkediyor. Çünkü su altı muhteşemdi. Küçüklü büyüklü balıklar, su altında bambaşka bir dünyaya sizi karşılıyor. Tabii bu güzelliği gören biz durur muyuz? Tabii güzel şeylere ulaşmakta biraz zor olabiliyor. Çünkü kayalıklardan girmek istediğinizde karşınıza minik, sevimli deniz
kestaneleri çıkıyor. Ayaklarımıza dikkat ederek girdiğimiz deniz bize ilaç gibi geldi.

Günümüzü burada geçirdikten sonra akşam için planımız hazırdı. Kalacağımız mekana giderken daha önceki araştırmalarımızda Gökçeada’da Tepeköy mevkiinde Barba Yorgo isimli mekanı tavsiye etmişlerdi. Bizde deniz öncesinde arayıp rezervasyonla gidilmesi gereken mekana yerimizi ayırttırdık. Akşam geç saate kalmadan Torun Tombalağa atladık ve mekana hareket ettik. Şimdiden söyleyeyim mekana ulaşım pek virajlı geçti. Çünkü dediğim gibi adı üstünde bir yer Tepeköy 🙂

Mekan salaş ancak ziyaretçisi çok! Günlük olarak çıkarılan farklı mezeler ve kendi üretimleri olan şarapları herkes tarafından biliniyor. Biz gittiğimizde de kalabalık olmasına rağmen yerimize geçtik ve servisi bekledik. Meze seçenekleri nedense bize biraz yetersiz geldi çünkü kısa sürede tükeniyormuş. Ahtapot Salatası vs. bazı istediğimiz şeyleri yiyememek biraz dudak bükmemize sebep olsa da tatilde olmak bize bu duyguları unutturdu. Barba Yorgo mekanının sahibi olan Yorgo bey bir Kimya mühendisiymiş,  zamanında Gökçeadaya gelerek buraya yerleşmiş ve küçük bir bağda şarap üretmeye başlamış ve herkesin beğenisi üzerine satışına başlamaya karar vermiş. Sonrasında da açtığı mekanda leziz mezeler eşliğinde konuklarını ağırlamaya başlamış. Ben, evrenim, zeynebim ve Gencom her ne kadar lezzetleri beğenmiş olsakta kısa sürede kalabalıktan ve bize yetmeyen yemeklerden sıkıldık ve kalktık.

Sonraki gün ise planımızda adanın diğer tarafına yani Laz Koyuna gitmek vardı. Otomobilimize atlayarak erkenden 30 dakikalık bir seyahat sonunda Laz koyuna vardık. Ancak bayram olmasından ötürü kalabalık ve koyun bu kalabalığa biraz fazla olmasından dolayı girmekten vazgeçtik ve biraz ilerisindeki Adalet Bakanlığı dinlenme tesislerine gittik. Zeynomuzun avukat olması bize plajından ve diğer bölümlerinden faydalanma hakkını sağladı. Tüm günümüzü burada geçirdikten sonra akşam saatlerinde dönüş yapıp bu kez geceyi Kaleköyde balık ekmek yemek üzerine planladık. Sahilde hazırlanmış özel tekne önünde sıcak sıcak balık ekmeklerle karnımızı doyurduktan sonra akşam kurulan mini pazarda hediyelik eşyalara baktık.

Kesinlikle unutulmaması gereken iki konuyu abur cubur sevenlere hatırlatmak istiyorum. Birincisi Kaleköy merkezde bulunan dondurmacıyı mutlaka ziyaret edin. Sakızlı kaymaklı dondurmaları gerçekten benim ve evrenimin pek hoşuna gitti. Bir de çarşının girişinde minik bir tezgahta satılan sütlü mısırlar enfesti. (Bu yüzden midem epeyce ağrıdı ama olsun.) Gece Kaleköy’de eğer rakı balık
yapmıyorsanız ikinci bir alternatif olarak sokakta konuşlanmış ve canlı müzik yapılan Badem Bar alternatifiniz olabilir. Biz açıkcası bu mekanlar dışında başka bir eğlencelik yer bulamadık. Minik yerleşim yerlerinin en büyük problemi bu olsa gerek!

Ertesi sabah kahvaltısında ise enteresan bir haber aldık. Kahvaltıda yan masamızda dinlediğimiz cümlelerde bir önceki günün kalabalığından bahsediliyordu. Devamında dinlediklerimiz ise daha ilginçti. Bir önceki gece adada öyle bir kalabalık olmuş ki bir çok şey tükenmiş. Bunun sebebi ise geçmişten bugüne en kalabalık günlerinden birini yaşamış. Öyle kalabalık olmuş ki adada ekmek tükenmiş, benzin tükenmiş ve gelenler kalacak yer bulamadığından camilere, okullara yataklar atılıp dönemeyecek durumda olanlar oralarda ağırlanmış. Kaldı ki belki komik gelecek ancak dondurma bile bitmiş. Tabii bunları duymak bizi şaşırtırken bir yandan da biraz ürpertti. Çünkü ne kadar çok kişi gelirse dönüş bizim için o kadar zorlu olabilirdi. Bizde bundan hareketle dönüş yoluna biraz daha erken çıkmamız gerektiğine  karar verdik.

Son günümüz olduğundan ve bu günü ilginç geçirmek için gitmediğimiz ve adını en çok duyduğumuz son lokasyon olduğu için Aydıncığa doğru yola çıktık. Aydıncık sahili hemen arkasında Tuz Gölü bulunan bir sahil hem de özellikle son dönemde Bulgar Surf sporcularının yeni antreman mekanlarından biri haline gelmiş. Tuz gölünde fazla kalmadık çünkü biraz fazla kokuyordu. Aydıncık sahili de bu kokudan nasibini aldığından orada kalmaktan son anda vazgeçtik. Yalnız bu kokunun sakın pislik, çöp vs. olduğunu sanmayın. Kokunun sebebi tuz gölündeki kuruyan tuzdu. Ancak biraz ağır bir koku olduğundan çevresinde durmak pek mümkün olmadı. Bizde planlarımızı değiştirip yeniden Adalet Tesislerine doğru yol aldık. O da yetmedi akşama doğru bir de Yıldız koyunu yeniden ziyaret edip denize veda ettik. Akşam kaldığımız mekanın restoranında güzel bir gece yaptık. Meze, rakı, eğlence, sohbet, hüzün herşey vardı. Sanırım oradaki en eğlenceli gecemizdi.

Genel olarak bakıldığında Gökçeada güzel ancak gençler için biraz hareketsiz bir adaydı. Terkedilmiş köyler, küçük mekanlar, sessiz koylar ve daha bir sürü görülecek yeriyle daha çok kafa dinlemelik bir noktaydı. İşte böylece bir gezimizi daha eğlenceli bir şekilde bitirerek sevdiceğimin omzunda uyuklayarak kocaman adamız olan İstanbula döndük. Bir sonraki gezide görüşmek üzere denize ve güneşe aşık herkese selamlar…

Bir İpte Cambaz Olabilmek – Steve Jobs

Eğer dünyada zengin olmak ip üzerinde yürüyebilen bir cambazlıksa Steve Jobs bunu layıkıyla yapan yegane kişilerden biriydi. Bu sabah vefaat haberini aldıktan sonra acaba onu nasıl anlatabilirim diye düşündüm. Daha önce onunla ilgili okuduğum kitaplar, çevremde üzerine yaptığımız konuşmalar ve geçtiğimiz 10 yıl öncesinden bugüne Apple’a kattıklarını düşünmek açıkçası aslında kaybın ne kadar büyük olduğunu gösterdi.

Peki Steve Jobs’u farklı yapan neydi?
Bana göre bu farklılığın yegane sebebi getirmiş olduğu yeni çalışma düzeni, mükemmeliyetçi yaklaşımı, konsept ürünün DNA’sına olan inancı ve yaratım sürecinde tek bir hedef kitleye değil genele hitap edebilecek ve kullanım kolaylığını sonuna kadar yaşayabileceğimiz ürünleri yaratma gücüydü.

Steve hakkında bu cümleleri sarfederken aklıma hep daha önce onunla ilgili yazılan “Steve Jobs Olmak” kitabında okuduğum satırlar geliyor. Apple içerisinde izole bir alan oluşturup üst düzey belli sayıdaki yekili personel dışında kimseyi buraya sokmaması, 2-3 ayda bir yapılan değerlendirme ve ürün ARGE çalışmaları sırasında çalışanları nasıl yönlendirdiği, iPhone ya da iPad dışında işletim sisteminin ikonlarında bile ne kadar detaycı yaklaştığının anlatıldığı satırlar aklıma geldikçe aslında ne kadar önemli bir kişinin dünyadan uçup gittiğini anlayabiliyorum.

Şimdi bu yazdıklarımı iphone üzerinden tek tuşla erişip okuyanlar, iPad ile sitemi ziyaret edenler, internetteki bir içeriği herhangi bir Apple ürünü ile dinleyen, izleyen, okuyanlar düşünün kullandığınız bu ürünlerin ne kadar değerli olduğunu!
Umarım Apple’da çalışan genç ve aynı ritüeli örnek alan kişiler bu teknolojiyi aynı etik çerçevede geliştirsinler ve geleceğe aynı güzellikte ürünler sunabilsinler…

Teknoloji dünyasının başı sağolsun!

Tagged : / / / /

Babannemi ve Amerikan Salatasını özledim…

Bir telefonla geldi haberin, kolum kanadım sızladı, gözlerimde belirsiz bir yaşarma telaşı, camiler, mezarlıklar ve dahası! Tam bir yıl geçti üzerinden ve ben her kır saçlı kadın gördüğümde seni özlüyorum. Yaptığın yemekler, anlattığın hikayeler, gülüşün, sevişin, sırtımı kaşıyışın ve çok daha fazlası kalbimde babannem.

Bugün tam bir yıl oldu gideli, biteli, doğalı ve daha fazlası…
Bazı gidişler vardır öyle olur ki başka bir gelişi başlatır ardından. Belki de bu senin gidişinin güzelliğidir. Sen gittin babam bana geldi. Durdu karşımda, saçında tek bir siyah tel kalmamıştı. “Başka kimsemiz kalmadı birbirimizden başka” dedi. Gözleri yorulmuş, yüzündeki çizgiler artmış, bakışı, elimi tutuşu değişmişti. Uzun süreli ayrılıktan sonra onu ilk kez izlemiştim. Sonra sarılıp ben buradayım demiştim. Gitmeden önce beni görmek istemişsin, keşke burada olsaydı demişsin ama benim haberim olmadı. Olsa gelirdim, iki elim kopsa, yolları kapatsalar gelirdim. Ama gelemedim, göremedim, bilemedim. Babam sonra belli belirsiz bakışlarla beni izledi ve farklı yollara gittik. Bir kaç hafta sonra 5 saat aralıksız konuşarak kaybettiklerimizi toparlamaya çalıştık.

Başardık mı? Bilmem!

Sonra O Libyaya gitti, Ben hayatıma. Sonra geri döndüm. Hayat babama orada kalamazsın dedi geri döndü. İyi ki de döndü. Şimdi senin gidişinden bu yana geçen bir yılda ne kadar çok şey değişti. Artık Büyükada’ya daha çok gitmek istiyorum. Oraya her gittiğimde aklıma sen geliyorsun. Yediğim her amerikan salatasında senin lezzetini arıyorum ama yok. Dedemi gördüm seni yolcularken, beni çok özlemişti. Ağladık birlikte biraz ama sevinçten merak etme, saçları seyrelmiş, bakışları değişmişti. Beni görünce şaşırmıştı. Onun hayır dualarını aldım kollarındayken. Duasını okudu yüzüme bakıp gülümsedi. “Gelinimi de getir sonraki sefer” dedi. Belli belirsiz gülümsedi durdu. Kanadı kırıktı sustu.

Özledim seni babannem! Gittiğin bir yılın dönümünde bir kez daha özledim. Hadi denize gidelim! Ama dikkat et oralarda sende sinir ucu iltihabı var…

Güle güle!

Kalkan Tatilimiz – Mavi ve Huzur

Merhaba! Geçtiğimiz aylarda yoğun geçen iş trafiği ve Evrenimle olan gurbet yollarından sonra artık bir tatili hakkettiğimizi düşünerek plan yapmaya başlamıştık. Ama bu plan nedense yine o kadar küçük bir zaman aralığında yapıldı ki inanamazsınız. Evrenimin şehrime dönmesi sebebiyle ev taşıma telaşı, temsil ettiğim markaların etkinlikleri vs. derken bir türlü iki kafa bir araya gelip adam akıllı araştırma yapamadık.

Allahtan tatile gideceğimiz haftanın bir kaç gün öncesinde arkadaşım Genco daha önce bir kaç kez gittikleri Kalkanda bulunan oteli önerdi de problemimiz çözülmüş oldu. Hemen rezervasyonlar, uçak bileti arayışları vs. derken sonucunda bulunamayan uçak biletleri ile yolculuk otobüs ulaşımıyla yapılmaya karar verildi. Prenses ile yola koyulduk ve Nilüfer Turizm ile yolculuğa çıktık. 12 saatlik yolculuk süresince pek memnun kaldık diyemeyiz ama bir şekilde ulaştığımıza seviniyorduk. Geçen yıl yaptığımız tatile dair blog yazımı okuyanlar bililer. Olymposta başlayan tatilimiz Kaşa aşık olmamız sebebiyle orada son bulmuştu. Bu sene ise tercih ettiğimiz yer Kaşa 26 km uzaklıkta olduğu için doğa güzelliği açısından bir farkı olmayacağı düşüncesindeydik.

Otogardan taksiyle kalacağımız otele ilerlerken dikkatimi çeken ilk şey merkezden kalacağımız yere giderken yolun bir yerden sonra toprak ve patika olarak devam etmesi olmuştu. Otel dediğime bakmayın. Caretta Butik Hotel Kalkana yıllarını vermiş Gönül teyzenin sahibi olduğu muhteşem bir mekan ve Kalkan isimli bu cennet köşesinin denize sıfır olan tek tatil tesisi. Daha doğrusu bu koyda bulunan diğer tüm tesislerin odaları tepelere doğru konuşlanmış durumda olmasından dolayı denize inmek için yürümeniz gerekiyor. Otele geldiğimizde bize tatilimiz boyunca her konuda yardımcı olan Firuze, Ramazan ve Ronnie kısacası otelin ekibi karşıladı. Odamız otelin Beach Club bölümünün hemen üstündeki alt teras odalarından biriydi. Kısa bir süre hazırlanmasını bekledikten sonra odamıza geçtik. 13 odalı bu otelin en güzel özelliklerinden biri alt teras odalarının geniş bir balkonunun olması ve bu balkonun önü kapanmayacak şekilde panoramik olarak Kalkana bakmasıydı. Odanın içi ise gayet yeterliydi. Hatta gitmeyi düşünenler için minik bir detay olarak belirtmeliyim ki denize bakan bu terasta size özel bir de hamak bulunuyor. Yani kısacası odadan havlunuzu alıp 15-20 adım sonra şezlongunuza koyup oradan da maviye ulaşabiliyorsunuz.

Bize öyle yaptık. Eşyalarımızı yerleştirip kısa sürede hazırlanıp kendimizi maviye attık. Bu arada mavi derken bir saniye bile düşünmüyorum. Çünkü gidenler bilecektir, Kalkan hem su altı hem de doğasıyla inanılmaz bir yer. Hani karadenizin yeşili derler ya, burasının da mavisini görmelisiniz. Otelin Beach Club bölümü tüm Kalkan ziyaretçilerine açık ve ücretsiz. Kalkan merkezde bulunan marinadan kalkan ücretsiz tekne ile gün boyunca ulaşabiliyor ve gününüzü burada geçirip akşam en son 18:00’de aynı şekilde dönebiliyorsunuz. Ayrıca burada geçirdiğiniz süre boyunca geniş menüsüyle restoranından faydalanabiliyorsunuz. (Hayır biz baya bir faydalandık o bakımdan)

Akşamlarından bahsetmek gerekirse;
Kalkan küçük bir kasaba aslında, hatta Kaş ile karşılaştırıldığında yarısı kadar diyebiliriz. Son yıllarda özellikler Alman ve İngiliz Turistlerin yoğun olarak ziyaret ettiği bu tatil beldesinin çarşısı benim inanılmaz hoşuma gitti. Neden derseniz bundan 3 yıl önce eşimle gittiğimiz Fransa’nın Nice kentinde çok keyifli minik restoranlar yan yana dizilmiş şekildeydi. Hiçbiri diğerini işine karışmıyor hatta birbirleriyle yardımlaşıyorlardı. Kalkanda buna benzer bir yapı oluşturulmuş. Belki sahil boyunca çok fazla mekan yok ancak tasarımları, çaldıkları müzikler, servis kaliteleri ve fiyatları muhteşemdi. Tabii mekanların hepsini ziyaret etmek, kendilerine has lezzetleri test etmek pek mümkün olmadı ama bir mekana dıştan baktığınızda kalitesini belli eder ya işte buradaki mekanların hepsi kalitelerini belli ediyorlardı. Bu mekanlardan 3 tanesini ziyaret etmek mümkün oldu. Tatilimizin ikinci gününü akşamı akşam yemeği için tercih ettiğimiz mekan “İLYADA” isimli bir restoran oldu. Marinanın yanında başlayan ve sahil boyunca devam eden mekanlardan biri olan ilyada geniş menüsü, farklı lezzetleri ve taze balıklarıyla bizi mest etti diyebilirim. Arkadaşım Genco’nun tavsiyesiyle gittiğimiz mekanda yemek boyunca servisin ağır olması bizi rahatsız etti. Ancak bunun sebebini kısa bir süre sonra bize servis veren garsonumuz açıkladı. Mekanların bir çoğu günlük gıda maddelerini olduğunca sağlıklı bir şekilde muhafaza etmek ve müşterilerine sunmak için ellerinde hazır yapılmış yiyecek bulunmuyor. Siz herhangi bir yemeği sipariş ettiğinizde ise mutfak o anda çalışmaya başlayıp size özel olarak yemeği hazırlıyor. Haliyle normalde farklı şehirlerde aldığınız servise göre biraz daha fazla bekliyorsunuz ancak kesinlikle beklediğinize pişman olmuyorsunuz. Biz bunu ilk bu mekanda sonrasında ise kaldığımız otelin mutfağında gördük ve hak verdik. Ayrıca bu bekleme süresi alıştıktan sonra rahatsız etmiyor ve hatta sonucunda taze taze hazırlanmış yiyecekleri tüketeceğinizi bildiğiniz için sizi daha da iştahlandırıyor. Biz eşimle öncelikle minik başlangıçlarla başlamayı tercih ettik. Kalamar, minik bir salata ve diğerleri. Ardından ise eşim Kağıtta levrek ben ise adını hatırlamadığım balığı sipariş ettim. Yanında da bize göre balığın en çok uyduğu içecek olan Yeni Rakı!
Keyifli bir yemek ve güzel bir hizmet sonrasında biraz gezmeye başladık.

Minik kasabanın minik bir çarşısı vardı ama çok güzel renklerle ve güzel şekilde planlanmıştı. Cam ürünleri, özel toprak tasarımlar, tahta dekorasyon ürün atölyeleri ve daha bir sürü güzel yer bu çarşı içinde bulunuyor. Tabi her tatil yöresinin vazgeçilmezlerinden hediyelik eşya dükkanları. Buradaki ilgimi çeken en önemli şey osmanlı figürleri ile akşamlacı canlı olarak boyanan ve sonra pişmeye giden tabaklar oldu. Ancak sizde tahmin edeceksinizdir ki o tabakları alıp bavullarla ya da elde getirirken kırılınca insanın içine çok fena oturuyor. O bakımdan bu seferlik öyle şeylere pek bakmamaya çalıştık. Gezdiğimiz bir başka mekan ise AKIN isimli art store oldu. Özellikle tabelasındaki mozik camdan yapılmış kedisi ve içerideki ilgi çekici eserler ile bizim aklımızı biraz başımızdan aldı. 2 katlı bu mekanda cam ürünler, biblo, tablolar el yapımı kolye vb. gibi bir çok el yapımı ürün bulunuyor. Özellikle burada beni kendine hayran bırakan ise İstanbul’dan gelmiş olan bir tabloydu. Tabi buradan da koşarak uzaklaştık.

Kalkan’da gece hayatı bizim gördüğümüz kadarıyla pek hareketli değil! Daha doğrusu bir kaç mekan dışında gece kulübü olabilecek yer yok. Gece kulübü dışındaki mekanlar ise genelde Pub ya da çok yüksek sesli mekanlar değiller. Çarşı içerisinde ise bize en keyifli gelen yer Yalı Pub oldu. Rock müzik çalan, genelde bira içip çerez eşliğinde sohbet edebileceğiniz hoş mekanlardan biriydi. Hatta dev ekranlarında biraz da maç izlemedim desem yalan olur. Peki Kalkana gidince çevrede neler yapabiliriz derseniz biraz da ondan bahsedeyim.

Kalkan konumu itibariyle Fethiye, Kaş, Kekova ve Demre’ye yakın bir konumda bulunuyor. Eğer farklı bir tatil yöresine geçmek isterseniz bu noktalar seçilebilir. Ancak Kalkan’da kalıp çevrede gezilebilecek nokta arıyorsanız o zaman aşağıdaki yerleri gezmenizi tavsiye ederim.

Kaputaş Plajı:
Kalkan merkeze 5-6 km uzaklıkta olan Kaputaş Plajı muhteşem kumsalı ve masmavi denizi ile görenleri kendine aşık ediyor. Biz gittiğimizde biraz dalga vardı ancak o haliyle bile inanılmaz güzel ve eğlenceli bir yer olduğunu söylemek isterim.

Patara Plajı:
18 Km uzunluğundaki kumsalı ve bildiğim kadarıyla Türkiye’nin en uzun plajı olma ünvanına sahip olan Patara Likya medeniyetinin başkentinde bulunmaktadır. Yakınlarında antik bir kente de sahip olan yeri ziyaret etmedim ancak doğası ve denizinin çok güzel olduğunu bir çok kişiden dinledim. Buraya gitmek için Kalkan merkezinden günün belirli saatlerinde servislerin olması yanında özel tur şirketlerin programlı olarak uğradıkları noktalardan biridir. Ancak Kalkanda aldığım bilgiye göre denizin dalgalı olduğu günlerde Patara plajının denizi daha fazla dalgalı oluyor. Hani gidersiniz ve sonra Ahh Murat yaktın bizi dersiniz diye belirtmek istedim.

Kekova:
Kalkan’dan ortalama 70 km uzaklıkta olan Kekova küçük ama çok şirin bir yerleşim yeri. Geçen yıl Kaş seyahatimiz sırasında ziyaret ettiğimiz Kekova genelde tekne ve kano turlarının başlangıç noktası olarak kullanılıyor. Oradan hareketle batık şehir, üçağız, akvaryum koyu ve inönü koyu gibi noktaları gezebilirsiniz. Kesinlikle atlanmaması gereken bir nokta olduğunu belirtmek isterim.

Bu noktaların dışında eğer “Biz kafamıza göre gezmek istersek ne yapacağız?” derseniz o zaman Kalkan içinden araba kiralayıp yol boyunca koylara ve plajlara gitmek ya da scooter kiralayıp gezmek mümkün. Ayrıca bunların hiçbirini yapmak istemezseniz bile servisler ile bir çok noktaya gitmek ve dönmek mümkün. Mesela biz dönmemizden bir gün önce araba kiralayarak Demre’ye kadar gittik. Yol üzerinde bir çok koyda mola verip serinledik. Köy halkının açtığı minik bir mekanda gözleme ayran yedik ve akşam Kaş’ın en üst noktasından kenti izleyip turumuzu tamamladık.

İşte bir gezi daha böyle bitti. Biz çok eğlendik ve dinlendik. Güzel insanlarla tanışıp dostluklar kurduk. Yazımın sonuna eğer bir gün bu güzel yere giderseniz konaklamak ve yemek içmek için ziyaret ettiğimiz yerlerin iletişim bilgilerini ekliyorum. Ayrıca geziden seçtiğim bazı fotoğrafları aşağıdaki galeri üzerinden inceleyebilirsiniz.

Sevgiler

Aubergine Restaurant – http://www.kalkanaubergine.com/

Tel: 0090 242 844 3332

İlyada Restaurant – http://www.ilyadarestaurant.com/
Tel: 0090 242 844 3157 – GSM: 0090 533 748 6421

Galeri Akın – http://www.galeriakin.com/
Tel: 0090 242 844 2910

Tagged : / / / / / / / /